Kavala Davası: İnsan hakları konuları ülkelerin iç işleri olarak görülebilir mi?

Son bir haftalık süre içinde en çok konuştuğumuz konu Osman Kavala davasını merkeze alan egemenlik, bağımsızlık ve uluslararası hukuk tartışması oldu. Bu tartışma, en azından sokaktaki vatandaşın günlük kaygılarını dikkate alan, tartışmamız gereken genel ekonomik gidişat ya da Kovid-19 salgınının etkileri gibi daha güncel, hayati ve yakıcı konuları gölgeledi. Dış politikanın iç politikanın parçası haline gelerek, üzerini örttüğü ülkelerde böyle oluyor. O kadar ki, dış politika, güncel iç siyaseti, sosyal ve ekonomik durumu, eğitim ve sağlık sorunlarını arka plana itmek, en azından bir süre için gündemden düşürmek için kullanışlı bir araç haline getirilebiliyor. Türkiye, bu ülkelerden biri, belki de en önde gelenleri arasında. 

Bu konu ülkemizin gündeminin aslî unsuru olacak kadar önemli mi? İnsan hakları ve hukuk devleti ilkelerini merkeze alan bir yaklaşımla, evet. Bir başka görüşe göre, konunun kullanılması gündem değiştirmek için elverişli bir araç olduğu için, yine evet. O halde, güncel tartışmanın ışığında yaşananları egemenlik, bağımsızlık ve uluslararası hukuk bakımından irdelemek yararlı olabilir. 

Egemenlik, bağımsızlık ve uluslararası hukuk üçgeninde bir tartışma…

Uluslararası hukukun devletler bakımından geçerli tek evrensel ilkesinin “egemen eşitlik” olduğunu, karşılıklı bağımlılığın yerleşik kural haline geldiği günümüzde egemenlik ve bağımsızlığın kısıtlı ölçülerde kullanılabilir olduğunu önceki yazılarımda da vurgulamıştım. Ancak, bu vurguyu yaparken, “egemen eşitlik” ilkesinin üstünkörü, alelusûl kullanılmasının yanıltıcı olabileceğine işaret etmiştim. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren meydana gelen gelişmelerle bu gerçeği görüyor ve yaşıyoruz. 

Soğuk Savaş’ın zirvesinde, Batı ve Doğu blokları arasında Viyana’da başlatılan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) görüşmeleri temelde iki boyutta ilerledi: silahsızlanma ve insan hakları. Batı ülkelerinin sahip oldukları teknolojik üstünlükle 1960’lı yılların sonunda silahlanma yarışını kazandıkları belli olmuştu. Sovyet Rusya, sürdüremeyeceğini anladığı bu yarışın durdurulmasını istiyordu, aksi halde iflasla karşı karşıya gelecekti. Nitekim, 1980’lerin başında Doğu Bloku iflasın eşiğinde dolaşıyordu, Gorbaçov’un “Perestroyka” (yeniden yapılanma) politikası, kaçınılmaz iflasın önlenmesine yönelik beyhude bir girişimden ibaretti.

Batı Bloku, silahlanma yarışının durdurulması karşılığında, Doğu Bloku’nda insan hakları ve hukukun üstünlüğünün tartışmaya açılmasını ve belirlenmiş evrensel ilkelere bağlanmasını istiyordu. Böylece, Batı, Sovyetler Birliği’ne karşı kullanılabilecek güçlü bir müdahale aracına sahip olabilecekti. Uzun müzakerelerin ardından 1975 yılında imzalanan ve Türkiye’nin de tarafı olduğu Helsinki Nihai Senedi’nin yalın anlamı budur. Bu tarihten itibaren, devletler insan hakları, temel özgürlükler ve hukuk uygulamaları konusunda birbirlerinin eleştirilerine ve müdahalelerine açık hale gelerek, egemenliklerinden önemli bir taviz vermeyi kabul ettiler. Bu tarihten sonra AGİK, bir süreçten sürekliliği olan yerleşik bir uluslararası teşkilata (AGİT) dönüştü. 

AGİT’in merkezi, Viyana’dadır, kurucu üyelerinden Türkiye’nin de, diğer imzacı ve kurucu ülkeler gibi, teşkilata akredite bir yerleşik temsilciliği vardır. AGİT üyesi ülkelerin seçimlerde birbirlerine gözlemci heyetler göndermeleri uygulaması da aynı sürecin parçası olarak gelişmiştir. 

Türkiye, Strazburg merkezli Avrupa Konseyi’nin (AK) de erken bir aşamada üyesi olmuş, köklü üyeleri arasındadır. AK bünyesindeki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) yargı yetkisini tanımış ve AİHM kararlarının Anayasa maddesi hükmünde olduğunu kabul etmiştir. AİHM kararları, üye ülkeler bakımından bağlayıcı, üye olmayan ülkeler açısından yol göstericidir. Birleşmiş Milletler’in merkezi Cenevre’de yerleşik İnsan Hakları Konseyi’nin çalışmaları da bu çerçevede hatırlanabilir. 

Bu bağlamda, hızlı bir hatırlatma yapalım: Türkiye, diğer pek çok AGİT ve AK üyesi ülke gibi örneğin Kırım Tatarları, Filistin davası, bir başka ülkede gözaltına alınan ya da mahkum edilen bir kişi konusunda sesini yükselterek, eleştiriler yapmıyor mu? Eski Yugoslavya’da yaşanan ağır insan hakları ihlâlleri konusunda etkili girişimlerimizi hangi zemine oturtuyoruz? İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesinde KKTC, Filipinler/Komor bölgesi, Myanmar/Rohingalar konusunda benzer girişimlerde bulunmadık mı? Dağlık Karabağ’ın işgalini ve yaşanan insan hakları ihlâllerini bugüne kadar AGİT bünyesinde hangi zemine yaslanan girişimlerimizle gündemde tuttuk? Birkaç gün önce Cenevre’de Fransa tarafından hazırlanan Uygur Türklerinin insan hakları konusunda Çin’e eleştiriler getiren bir karar tasarısına aynı anlayışla ortak sunucu olmadık mı? Bu örnekleri sayısız şekilde çoğaltmamız mümkün. 

O halde, konumuza dönelim. Büyükelçiler krizi başladığında ilk yaptığım fakülte yıllarımdaki uluslararası hukuk ders notlarıma başvurmak oldu. Bu arada internette de bilgilerimi doğrulamak için kapsamlı bir araştırma yaptım. Uluslararası hukuk bakımından altını çok kalın bir çizgiyle çizmemiz gereken bir temel kural var: “erga omnes”. Latince ifadesiyle yerleşmiş kuralın basit çevirisi “herkese karşı hak”tır. “Erga omnes” aslında bir hak olmanın ötesine geçen, bir yükümlülüğü ifade eder. Bu yükümlülüğü, basitçe, “herkese (devletlere) karşı ileri sürülebilen, dolayısıyla aslında ihlâl edilmesi mümkün olmayan, vazgeçilemeyecek, tartışılmayacak, haklar bütününü dile getirme hakkı” şeklinde tanımlayabiliriz. 

Bir anlaşmaya (örneğin, AGİT veya AK) taraf ülkelerin, anlaşmanın imzacısı ülkelere (örneğin, Türkiye) uymakla yükümlü oldukları kuralları hatırlatması bir “erga omnes” uygulamasıdır. Aynı uygulamayı Türkiye de gerekli gördüğünde diğer ülkeler için yapmaktadır. Devletler bu uygulama bakımından “eşittir”. Yani, devletlerin insan hakları, temel özgürlükler ve hukuk uygulamaları konusunda “egemenlikleri” kısıtlıdır; eleştirilere açık olmak, tahammül etmek ve bunları dikkate almak zorundadırlar. Tarafı oldukları uluslararası kuruluşların kararlarına uymaları ise bir tercih değil, zorunluluktur. Bir örnek vereyim: Türkiye, imzacısı olmadığı 1947 tarihli Paris Antlaşması’yla İtalya tarafından Yunanistan’a devredilen “Oniki Adalar”ın silahlandırılmasına yönelik itirazını “erga omnes” ilkesine dayandırmaktadır. Zira, “Oniki Adalar” silahlandırılmamak kaydıyla Yunanistan’a devredilmiştir. Aksi halde, imzacısı olmadığımız bir anlaşmanın bizi bağlayıcı olmayan hükümleri hakkında görüş ve itiraz beyan edemezdik.

Şimdi, Osman Kavala meselesine yeniden dönelim: Türkiye’deki on Büyükelçiliğin Kavala hakkında yaptıkları girişim, Türkiye’nin Kavala hakkında mevcut bağlayıcı  AİHM kararlarına uyması mecburiyetini hatırlatmaya yönelik olmuştur. Bu ülkeler, “erga omnes” kuralından kaynaklanan yükümlülükleri çerçevesinde, doğal bir hak olarak, girişimde bulunmuştur. Çeşitli ülkelerde ortaya çıkan İslamiyet ve yabancı düşmanlığına karşı girişimlerimizi biz de tastamam aynı hak ve yükümlülüğe dayandırmıyor muyuz? 

Açık denizde seyrüsefer serbestisinin kısıtlanmasına, çevre kirliliğinin etkilerine, komşunuz olsun ya da olmasın bir ülkenin saldırıya uğramasına veya toprak bütünlüğünün tehlikeye girmesine, soykırım ve insanlığa karşı suçlara tepki gösterilmesine konu olan girişimlerde de dayanak ve başlangıç noktası yine “erga omnes”tir. Bu çerçevede, bugünkü dünyada, insan hakları da devletlerin iç işi olmaktan çıkmış, evrensel hukukun parçası haline gelmiştir.

Buraya kadar yazılanlardan, Osman Kavala konusunda girişimde bulunan ülkelerin Türkiye’nin içişlerine karışmadıkları, gerçekte üstlendikleri önemli bir hak ve yükümlülüğü yerine getirmekle yetindikleri ortaya çıkıyor. Bunu yerine getirip getirmemek, elbette bir siyasi tercihtir. Ancak, siyasi tercihler hukuken mevcut hak ve yükümlülükleri ortadan kaldırmaz, zaman aşımına uğratmaz. Ankara’daki on Büyükelçiliğin (Almanya ve Fransa hariç) sekizinin gösterdiğimiz tepkinin ardından yaptıkları “Viyana Diplomatik İlişkiler Sözleşmesi”nin 41. Maddesi’ne bağlılık (evsahibi ülkenin iç hukukuna saygı göstermek ve içişlerine karışmamak) beyanı bir özür ya da geri çekilme mahiyetinde midir? Hayır. Zira, bu ülkeler Viyana Sözleşmesi’ne bağlı kalma yükümlülüklerini vurgularken, esasında vazgeçemeyecekleri “erga omnes” hakkını da ortadan kaldırmıyorlar.  Aynen bizim diğer ülkelerde gördüğümüz İslamiyet ve yabancı düşmanlığı uygulamalarını eleştirmek hakkından vazgeçmeyeceğimiz gibi.

Bu durumda, gerçek nedir? Hakikati nerede aramalıyız? 

Cevabı basitleştirelim: Başkalarının “erga omnes” hakkını ve yükümlülüğünü kullanmalarını engellemeye kalkışır, hatta bunu fiilen “istenmeyen kişi” ilan edebileceğimiz yabancı Büyükelçilere kapıyı göstererek uygulayabilir, kararlılığımızı, bağımsız egemenlik gücümüzü tüm dünyaya gösterdiğimizi varsayabiliriz. Böylece rahatlar, herkese “haddini bildirmiş” olmanın rahatlığıyla tebessüm edebiliriz. Fakat, yaşadığımız olayda gördüğümüz gibi bu durum uzun sürmez. Sonra ne olur? Uluslararası hukukun bir başka yerleşik ilkesi olan “karşılıklılık” uygulamasıyla, aynı uygulamaya maruz kalabilir, bundan ötürü şikayet dahi edemez hale düşebiliriz. İstediğimizin bu olduğunu sanmıyorum. O halde, diplomaside ölçülü, sağduyulu, aklı selim sahibi tepkilerin ne denli önemli olduğunu kendimize yeniden hatırlattığımızı, bu süreçte kendimizi yeniden zor duruma düşürmenin ötesine geçen yeni bir şey yapmadığımızı, kısacası itibarımızı zedelediğimizi fark etmemiz gerekiyor. 

Bu çıkmaz sokaktan dışarı çıkmanın yolu nedir?

Uluslararası hukuka saygı göstermek, sözüne sadık davranmak, egemen eşitliğin kurallarını hatırda tutmak, kural temelli ilişkilerin devletler arası ilişkilerin temelini oluşturduğunu unutmamak, bu ve benzeri durumlarla karşılaşıldığında en önemli yol gösterici olabilir. Bu hatırlatmayı yapabilecek nitelikli, liyakatli ve profesyonel kadroların tüm ülkelerde mevcut olması doğal bir ön şartın ötesinde, şaşırtıcı değil. Zira, bu kadroların görevi yeri geldiğinde bu temel hak ve yükümlülükleri siyasetçilere uygun şekilde hatırlatmak değil mi? Bizse, bu kadroların yokluğunda ya da devre dışında bırakılmaları halinde ortaya çıkan kaçınılmaz sonuçlarla acı şekilde yeniden yüzleşiyoruz. 

Şimdi, yazımızın başına dönerek, bir hafta boyunca bir çıkmaz sokakta dolaşarak ne kazandığımızı düşünelim. Bu soruyu, “az gittik, uz gittik, bir arpa boyu yol gittik” şeklinde cevaplamamız sanırım gerekli, yararlı ve kaçınılmaz görünüyor. Üstelik bu süreçte dış dünyadaki itibarımızın bir hayli örselenmesini de  “kazanımlarımız” hanesine ekleyebiliriz…


Türkiye Cumhuriyeti’nin 98. kuruluş yıldönümü vesilesiyle, tüm okurlarımın Cumhuriyet Bayramı’nı kutluyorum.

6 Yorum Var : “Kavala Davası: İnsan hakları konuları ülkelerin iç işleri olarak görülebilir mi?”
  1. Mahkemelerimiz mevcut anayasamızı ve kanunlarımızı uygulayarak -ki bu yargı organlarımız için bir zorunluluktur-
    Kavala ve Demirtaş’ı derhal serbest bırakmalıdır.Aksi halde hukuk devleti yok olmuş demektir ki zaten öyledir.Büyükelçi Koru bu
    hususu gayet açık biçimde izah ediyor.

  2. Bilgi ve akıl dolu, son derece analitik bir yazı. Çok aydınlandım. Sağol Naci, kalemine sağlık, ömrüne bereket.

  3. Naci bey, yazınızda üzerinde en çok durulması gereken nokta sizin de belirttiğiniz gibi “Diplomasi”dışı davranışların benimsenerek, Dış politikanın iç politika malzemesi olarak kullanılıyor olmasıdır..Sık sık ta tekrarlanarak…

  4. Noktası virgülüne kadar katılıyorum çok güzel tespitler tebrikler Bu bakış açılı diplomasiye şiddetle ihtiyaç var kalemine sağlık

  5. Sanki yaşadıklarımız gerçek değil gibi geliyor bana. Her geçen gün bir gün önceki anormalliği unutuyor, yeni bir şok yaşıyoruz. Kimbilir önümüzdeki günler nelere gebe…

  6. Bence on büyükelçinin istenmeyen kişi ilan edilmesi kararı sonrasında bu büyükelçilikler anlaşma, soruna çözüm bulma yoluna girmemeliydi. 10 büyükelçiliği sınır dışı yaparak tarihe geçmeliydik.

Yorum Yap

Düşünce Kuruluşları
Güne Bakış: Naci Koru ile Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesi
Takvim
Nisan 2024
PSÇPCCP
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
2930