Dış politikada savrulmalar hayra alamet değil

Türk dış politikasında son dönemde açıklamakta zorlandığımız sıra dışı şeyler oluyor. Eylül ayı içinde BM Genel Kurulu toplantıları vesilesiyle New York’a yapılan seyahatte, ısrarlı taleplerimize rağmen ABD Başkanı Biden’la görüşülemedi. Bunun verdiği rahatsızlıkla, New York’tan ülkeye dönüşte Biden’ı kişisel şekilde hedefe koyan, ABD’ni “terörizmi destekleyen ülke” olmakla itham eden ve hâlâ devam eden açıklamalar yapıldı. Hemen ardından, Rusya Devlet Başkanı Putin’le başbaşa görüşme yapmak üzere Soçi’ye gidileceği açıklandı.

Soçi’ye gitmeden önce, bu defa, ABD Başkanı Biden’la “Roma’daki G-20 Zirvesi sırasında, ardından Glasgow’da düzenlenecek küresel iklim zirvesi sırasında görüşüleceği” ilan edildi. Bu dalgalı ortamda, karşılıksız kalan ABD’yle en üst düzeyde görüşme ısrarının Türkiye’yi adeta ABD’yle Rusya’nın birer ucuna yerleştikleri bir tahterevallinin üzerinde ileri-geri gezinerek denge bulmaya ya da kurmaya zorladığı görülüyor. Bunu, ince bir ip üzerinde cambazlık gayretine de benzetmek mümkün. Türk dış politikası, sanki ucu-bucağı belirsiz bir züccaciye dükkanının içinde, ne aradığını bilmeksizin yalpalayarak dolaştığı, bu esnada kırıp dökülenlerin farkına varmadığı izlenimi uyandırıyor.

Uluslararası hukukun kuralları, devletlerin savaşta ve barışta öngörülebilir ve sözlerine sadık davranmalarını şart koşuyor. Başına buyruk davranış, kuralların ihlâli demek. Bu da hukuki, siyasi ve ekonomik yaptırımlara yol açıyor. Bu çerçevenin belirleyici/sınırlayıcı kuralları ve yerleşik davranış normları uluslararası ilişkilerin genel çerçevesini tamamlıyor. Böylece, “kural temelli” ilişkiler oluşuyor. Hepimizin bildiği gibi, özel hayatta kurulan iş ve ticaret ilişkileri, spor müsabakaları da böyledir.

Şunu vurgulamalıyız: Bağlaşmalar, ortaklıklar ve üyelikler yoluyla oluşan aidiyetlerin kuralları devletlerin eşitliği anlayışını değiştirmiyor; ancak devletlerin egemenlik haklarında eksilmelere yol açıyor. Yani, uygulamada, “egemen eşitlik” anlayışı yerini “eksik egemenlik” kavramına terk ediyor. Burada bir sorun yok; tüm devletler bakımından geçerli bir tanımlamadan, uygulamadan bahsediyoruz. Zaten, devletler arasında başka türlü ilişki kurulması da mümkün olamaz. Güçlü-zayıf bakılmaksızın tüm devletler bunu peşinen kabul ederek, politikalar geliştiriyorlar.

Buraya kadarki bölümde bizler için yeni ve heyecan yaratan bir unsur yok; yenilik ve tuhaflık bu aşamadan itibaren başlıyor.

Dış politikanın savrulmasının sonuçları…

Türk dış politikası uzun süredir yönünü, eksenini, dayandığı değerleri ve ilkeleri boş vermiş, savurgan ve savrulan bir görüntü sergiliyor. Bu, egemenlik haklarına dayandırılan siyasi bir tercih olabilir elbette. Sorun şu ki, böylesi bir tercih saygınlık ve güvenilirlik çıtasını aşağı çekerken, kurallara dayalı öngörülebilirlik halini yerle bir ediyor. Ancak şunu bilmeliyiz; böyle davranmayı seçerek, hamle üstünlüğünü kazanmış, “dosta güven, düşmana korku vermiş” olmuyoruz. Tam aksine, daha sonra bize olumsuz dönüşleri olacak sorunların tohumlarını ekiyor, belirsiz maliyetleri sineye çekmeyi göze almış oluyoruz. Müttefik, ortak ve rakiplerimiz de tepkilerini bizi mümkün olduğunca uzakta tutarak, yakın ilişkiden kaçınarak gösteriyorlar. Bölgemizle ve AB’yle ilişkilerimizde içinden çıkılmaz hale gelen açmazları böyle okursak anlamlı olabilir. Liberal demokrasiler (ABD-Avrupa) ve otoriter yönetimler (Rusya-Çin) arasında yer açmaya çalışan girişimlerimizin sonuçlarını da aynı bakışla okuyabiliriz.

Doğrusu şu ki, Türk dış politikasında kurumsallaşmadan kişiselleşmeye uzanan yolda atılan her adım, geçilen her aşama Türkiye’nin egemenlik iradesini iyice kısıtlıyor. İrademizin kısıtlanması da bizim tercihlerimizden kaynaklanıyor. Sonuçta, birbirlerine karşı oynamaya çalıştığımız devletlerin egemenliğimizi kısıtlayıcı karşı hamlelerine boyun eğmeye zorlanıyoruz. Kısacası, dar alana sıkıştırılmış, nefes almakta zorlandığımız bir pazarlığa itilmekten sanki memnun görünüyor; dahası, bunun bir ‘başarı öyküsü’ olduğunu sanıyor, bu garip durumu “stratejik hamleler” olarak pazarlamaya çalışıyoruz.

ABD Başkanı Biden’la 14 Haziran’da, Rusya Devlet Başkanı Putin’le 29 Eylül’de yapılan, kapsamı, boyutları ve yükümlülükleri belirsiz, içeriği kayıt dışı görüşmeler, dost ve düşmanlarımız tarafından, egemenlik irademizin pazarlık konusu yapılarak kısıtlandığı bir hamle olarak algılanıyor. Spekülasyonlara yol açan, belki de asla öğrenemeyeceğimiz taahhütlerimizin ve üstlendiğimiz yükümlülüklerin sınırlarını ve neticelerini maalesef bugün kestirebilecek durumda değiliz. ABD ve Rusya arasında artık iyice daralmış bir alanda çelişkili manevralarla kendimizi köşeye sıkıştırmayı seçerken, iç ve dış kamuoyunu ikna edebildiğimizi de söylememiz mümkün değil.

Bakan düzeyinde yetkililerin dahi dahil edilmedikleri devlet başkanı seviyesinde yapılan başbaşa görüşmelerin Türkiye tarihinde örneğine rastlamıyoruz. Diplomasi hayatımda çok sayıda görüşmeye katıldım; liderlerin başbaşa görüşmelerinin hazırlıklarını yaptım. Ama sonrasında devlet arşivlerine not düşülmeyen görüşmeye hiç rastlamadım. Soçi’de Rusya’yla yapılan görüşmelerde enerji, turizm, ortak yatırımlar, dış ve savunma politikaları ile güvenlik konuları konuşulurken ilgili Bakanların hazır olmaması olağan karşılanabilir mi? Bu bir yana, görüşmelerin içeriğinin açıklanmaması, basına yönelik kısmî açıklamalarda örtülü ifadelerle yetinilmesi, bir ortak basın toplantısı düzenlenmesi zahmetine dahi girilmemesi ve kayıt dışılık ancak gizli diplomasiye işaret eder ki, bunun tarihimizdeki örnekleri de bugün pek iyi bir şekilde hatırlanmıyor.

Türk dış politikasının son döneminde askeri güç kullanmaya orantısız şekilde ağırlık verilmesi, diplomasinin siyasileşmesi, iç ve dış politikanın içiçe geçerken artan ölçüde popülizme kayması, manevra alanlarımızın iyice daralması, üst düzeyli görüşmeleri şeffaflıktan uzak, kişiselleşmiş ve gizli yapılır hale getiriyor.

Yabancı muhataplarımız içinde bulunduğumuz bu tuhaf durumun nedenlerini gayet iyi biliyorlar. Bilmekle kalmıyor, kamuya açık kaynaklarda yazılan haber ve makalelerle yorumluyorlar da. Dış politikada izleyebileceğimiz muhtemel yönün sonuçlarını bu kaynakların çok sayıdaki yorumlarına bakarak bulmaya çalışabiliriz.

Rus kaynakları, artık Türkiye’nin kuzeybatı Suriye’den çıkmasının zamanının geldiğini hatırlatıyorlar. Rus Dışişleri Bakanı Lavrov daha ileri giderek, her fırsatta “Türkiye’nin Rusya’yla yaptığı anlaşmaları gecikmeksizin uygulamasının beklendiğini” vurguluyor. Böyle bir durumun birkaç milyonluk yeni bir sığınmacı akınını ve onbinlerce silahlı cihatçıyı Türkiye’ye yönelteceğini biliyoruz. Buna hazır olmadığımızı düşünüyorum. ABD kaynakları, Türkiye’nin güvenilir ortak ve müttefik niteliğini yitirdiğini savunarak, dış politikadaki öngörülemezlik halinin ancak kararlı şekilde uygulanacak zorlayıcı yaptırım mekanizmalarıyla kontrol altına alınabileceğini açıkça söylemekten kaçınmıyorlar. Aslına bakılırsa, halen ABD yaptırımlarıyla karşılaşan tek NATO ülkesinin maalesef Türkiye olduğunu biliyoruz. Bunlar bir yana, övünerek  anlattığımız başarılı “stratejik hamlelerimiz”e rağmen Karabağ’da, Libya’da ve Doğu Akdeniz’de de ilan edilmiş hedeflerimizin bir hayli uzağına düştüğümüzün farkında mıyız?

Örnekleri çoğaltsak da asıl soru değişmiyor: Kriz üretmeye açık bu dağınıklığı ve yapısal erimeyi değiştirmeyi başarmamız zor görünüyor. Daha kötüsü, bu dar ve sarp patikada ilerlerken, önümüzdeki dönemeçleri geçmekte giderek zorlanacak, dengemizi kaybettirecek, kalıcı hasarlara yol açabilecek, hayra alamet görülemeyecek savrulmalar yaşayacak gibi duruyoruz. Kısa ve yakın vadede bu senaryoyu önce geri çekilmeye zorlanacağımız İdlib sahasında, Suriye’de yaşayabiliriz[1].  Ardından, ABD’yle ilişkilerimizde tavizler vererek ertelediğimiz krizler gündeme taşınabilir gibi duruyor[2].

Dış politikamızda yön arayışı takatimizi tüketirken…

Bu gözlemler, bizi kısa ve özlü bir sonuca götürüyor: Çok yakında, dış, savunma ve güvenlik politikalarında manevra yapabileceğimiz bir alan kalmayabilir. Zira, bir beceri olarak görmek istediğimiz “sorunları geniş bir paket içinde, al-ver anlayışıyla çözme” yönelimi muhataplarımızın zorlayıcı yaptırımlarıyla karşılaşabilir. Muhataplarımızı birbirlerine karşı kullanma çaresizliğinin sınırlarına, dış politikamızda yön bulma arayışlarımızın sonuna gelmiş olabiliriz. Bu tespit doğruysa, takatimiz tükenmek üzereyken, artık daha fazla taviz vererek geri adım atma imkanımızın kalmadığı bir noktaya gelmemeye çalışmalıyız. Aksini düşünmek istemediğimizi sanıyorum. 

Genel manzara bu iken, dış politikada yaşadığımız savrulmalardan çıkış yollarının aranması ayrı yazıların konusu olabilir. Zira bunlar ülkenin geleceği için hayati önem taşıyor; etraflıca tartışmayı da hakediyor.


[1] Astana ve Soçi mutabakatlarının Türkiye’ye yüklediği silahlı cihatçı grupların sivil halktan ayrıştırılması ve  bölgeden temizlenmesi sorumluluğunun gerçekleştirilemediği ortamda, Rus ve Suriye silahlı kuvvetlerinin İdlib’de Türk Silahlı Kuvvetleri üzerindeki baskıyı her geçen gün artırdığını biliyoruz. Bölgede hava sahası Rusya’nın denetiminde; dolayısıyla askeri kuvvetlerimiz karadaki mevzilerinde hava desteğinden yoksun şekilde ve saldırıya açık görev yapıyorlar. Bu ortamda, Türkiye’nin 12 askeri gözlem noktasından 5’i ilerleyen Suriye kuvvetlerinin kontrolündeki sahada saldırıya açık duruma düşünce, bu gözlem noktaları geriye çekilmek zorunda kalındı. Lazkiye-Halep arasındaki M4 karayolu artık Türkiye ve Suriye (Rusya) kuvvetleri arasındaki tampon bölgede yer alıyor. Karayoluyla Türkiye sınırı arasındaki dar alanda hava koruması sağlayamadığımız yoğun bir askeri yığınağımız var. Bölgede üç ilâ dört milyon Suriyeli —silahlı cihatçı gruplarla birlikte— korumamız altında her an olabilecek bir saldırının tehdidi altında yaşamaya devam ediyor.

[2] ABD’nin elinde bekleyen ve Türkiye’yi rahatsız ederek baskı yaratmaya aday çok sayıda konu hakkında basına yansıyan zengin yorumlara kolayca erişmek mümkün. Sorun, er ya da geç gündeme getirilmesi beklenebilecek bu konular hakkında nasıl bir yol izleyeceğimizi tartışmıyor olmamızda yatıyor. Mesele, ABD’ni “terörizmi desteklemekle” itham edilerek çözülemiyor maalesef. 

8 Yorum Var : “Dış politikada savrulmalar hayra alamet değil”
  1. Zamanımızda, kuvveti ve ekonomi varlığı güçlü olan her zaman yukarıdan bakar. Eğer kendini de bilmezse, bazen ukalâ, küstâh ve pervâsızca üst perdeden konuşur. Bu her zaman böyledir… Hele hele bir de saygısızsa.
    Özbek Türkçesinde yerinde bir deyim vardır. “Agzı kınşık boseyem baydı oğlı gepırsın” (Ağzı eğri olsa da zenginin oğlu konuşsun.)
    Bu nedenle, her zaman ve her konuda güçlü, kuvvetli, bilgili ve tedbirli olmamız gerek.
    Amerika, bize yaptığı yüzsüzlükleri Çin’e veyâ Rusya’ya yapabilir mi? Bu mümkün mü?

  2. Islak imzalı sözleşmeler tarafları bağlar. Söyleyen kim olursa olsun sözler kurumları bağlamaz. Gizli ses kaydı olsa bile bağlamaz. Sözlere değil, yazılı anlaşmalara bakılır.
    Saygılarımla.

  3. Dış politikadaki savrulmaları anlattığınız yazınızı çok beğendim. tebrikler.

  4. Klavyenize saglik. Tekrar, son derece derli toplu, mesaji net bir yazi. 👍👌

  5. Resmî olarak kayıt altına alınmayan, imzalanmış bir sözleşme olmadan yapılan anlaşmaların geçerliliği olacak mıdır?

  6. Büyük bir beceriyle yürüttüğümüz dış politikamız sonucunda ABD’den ve Avrupa’dan hızla uzaklaşıyor, Rusya’nın etki alanına giriyoruz. Rusya ile eşit şartlarda, ülkemiz çıkarlarına uygun bir ilişkiye girebilmiş olsak neyse; ancak hiç de öyle görünmüyor. Ayıyla yatağa girerseniz başınıza neler gelebileceğini öngöremezsiniz. Kötü gizler bekliyor bizi maalesef.

  7. Başbaşa görüşmenin tutacağı belki de vardır. En azından ben böyle olmasını umuyorum. Eğer yoksa, bu görüşmede verilen sözlerin faturasını önümüzdeki dönemde ödemek zorunda kalabiliriz. Faturanın ne kadar ağır olabileceğini düşünmek bile istemiyorum

Yorum Yap

Düşünce Kuruluşları
Güne Bakış: Naci Koru ile Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesi
Takvim
Nisan 2024
PSÇPCCP
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
2930